Bu bir seyyahın hikâyesi. Heybesinden çıkan notlar arasında bulunmuş. Kafasında çakan şimşeklerin peşinden kilometrelerce yol alan bu seyyah kâh oraya kâh buraya dolanıp durmuş. Şüphesiz aradığı bir şey varmış. Şüpheyle çıkmış yola, şüpheyle yol almış.
Her şeyden şüphe etse de şüphe etmekte olduğu için kendi varlığından şüphe edememiş. Soruları öyle çokmuş ki, cevapları bulmak için dünyayı dolanması gerekmiş. Hem aklını, hem vicdanını, hem kalbini tatmin edecek şeyin peşine düşmüş. Kendini keşfetme yolculuğuna önce dünyayı keşfederek başlamak istemiş. Kendi varlığını yaşadığı dünyanın varlığından gayrı göremiyormuş. 30 milyar ışık yılı genişliğindeki kâinatın bir yerinde, 100 bin ışık yılı eninde yer kaplayan Samanyolu’nun içinde, güneş sisteminin bir parçası olan dünyada yaşıyordu ne de olsa. Sürekli genişleyen evrenin hızına ışık kadar hızlı olsa yetişmesi için 30 milyar yıl yol alması gerekiyordu. Ama bilmesi gerektiğini hissetti birden. Kâinatta ne vardı? Bu kadar hızla nereye gidiyorlardı?
Dünyanın üzerine binmiş gidiyordu. Evrenin yaşına oranla bir an denilebilecek bir ömür sürecekti topu topu. Şimdiden çoğunu harcamıştı bile bu ânın. Ama neden böyle sorulara muhatap oluyordu? Bu da bir soru değil miydi…!
Acaba daha ne kadar zamanı vardı? Ne kadarını keşfedebilirdi ki kâinatın? Düşündü de, dünyayı bile keşfetmeye yetmezdi bu zaman. Öyleyse, ya zamanı durdurmalıydı ya da ışık kadar hızlı yol almalıydı. Bu hızla en azından dünyanın tamamını kolayca keşfedebilirdi.
Işık kadar hızlı olmak için yine ışık olmak gerekirdi değil mi? İçine hapsolduğu madde duvarı yüksek hızlarda, dağılmaya mahkûmdu çünkü. Biraz fizik bilen herkes bunu kolaylıkla tahmin edebilirdi.
Bir seyyah için vakit darlığı ne kadar acıydı. Bir kâşif için ne büyük bir handikaptı bu. Gidecek yol çok, vakit dar ve binek yavaştı…
Işık üzerine düşünürken ilk kez aklına Nur kelimesi geldi. Nur da ışıktı, hem de kelimeye daha fizikötesi bir anlam yüklüyordu. “Bir seyyah not defterine hep bir şeyler karalamalı ki, seyahatinden açığa çıkan ilhamlar gelip geçici sözler olarak kalmasın.” Bilgece sözler söylemeye bayılırdı…
Nur kelimesini not etti defterine. O kelimede bir sır olduğunu sezinlemişti. Sezgilere güvenmek konusunda temkinliydi gerçi. Ama onları göz ardı da edemezdi. Bilinç altından bilincine yansıyan bu kelime büsbütün anlamsız olamazdı ya.
Bilinçten bahis açılınca canı sıkıldı birden. Kontrolü dışında bir şeyler olması hep tedirgin ederdi seyyahı. Bilinç altı yahut bilinç dışı veya sezgileri, ilhamları… (adları her neyse bunların) acaba onu yanıltıyor olabilirler miydi?
Birden sakin olması gerektiğini düşündü. Sürekli sorular sorması, kaygı duyması boşuna değildi. Bunlar ona hep umut verirdi. Sonunda karar verdi: “Hiçbir şey boşuna değil!”
Evet! Her şeyin bir anlamı olmalıydı. Anlamsız görülen şeyleri bile kendisi anlamlandırmalıydı yahut altlarında yatan manayı keşfetmeliydi. Madem bir kâşifti o ve bir seyyahtı bundan usanmak olmazdı.
Doğru hareket etmek için bütün alıcılarını maksimum düzeyde harekete geçirmesi gerektiğini düşündü. Duyuları vardı, görüyor, işitiyor, dokunuyor, tadıyor, kokluyordu… Hissediyordu bir de, algılıyor, idrak ediyor, yorumluyordu bunları. Nasıl yaptığı önemliydi belki ama nasıldan ziyade önce nedenlerini sorgulamalıydı. Evet! Şimdi her yere kulak kesilmişti. En ufak bir sesi bile duymazdan gelmemeliydi. Gözlerini dört açtı, önce yere, sonra semaya uzandı bakışları…
Semaya bakarken şöyle bir dalıverdi istemsizce. “Ben nereye bakıyorum?” diye sordu kendi kendine… Geçmişe baktığını fark etti birden. Gece bütün ihtişamıyla göz kırparken kendisine, hiç de antika bir eser gibi görünmüyordu halbuki..
Proksima’ydı en yakın yıldızın adı. Latince “yakındaki” anlamına geliyordu. Halbuki ışık olsa 4 yıldan fazla sürerdi ona ulaşması. Güneşin de bir yıldız olduğunu biliyordu ama o bizim güneşimizdi işte. Onu herhangi bir yıldız gibi çağırmak hoşuna gitmiyordu. “O benim güneşim, yıldız değil. En yakın yıldız Proksima” dedi…
Güneş’e ise ışık olsa 8 dakikada ulaşabilirdi. Lakin bunu yapamayacağını biliyordu. Maddeden örülü bedeni güneşe dayanamazdı. “Işık olsam belki…” diyordu.
Güneşi düşündü yine. Milyarlarca yıldır her gün muntazaman doğup batıyordu. Hayatın en önemli kaynaklarından biriydi. Halbuki evrendeki 200 milyar kere 200 milyar yıldızdan sadece bir tanesiydi. Ama insanlık için ve dünya için anlamı kâinat kadar büyüktü. Dünyanın güneş etrafında dönmesi boşuna değildi ya!
Tekrar yıldızlara ve semaya çevrildi dikkati. “Nereye bakıyordum?” diye yeniden sordu. Hatırladı demin düşündüklerini. Geçmişin bütün hazinelerini izlediği hissine kapıldı. O ilk çıkış noktasına mı bakıyordu? Bütün bunların başladığı o ilk patlama noktasına… Ve o günden bu güne gelen bazı yıldızların onlarca, yüzlerce, binlerce hatta yüz binlerce yıl önceki hallerine… Biraz daha bakışlarını derinleştirse ilk patlamayı görebilir miydi acaba?
Her geçen an, o ilk noktadan hızlıca uzaklaşıyor olsa da, hayalen hiç de uzak gelmemişti şimdi. Zaman ne garip bir şeydi böyle? Çıplak gözlerle maziyi görebilmek tüyler ürpertici değil miydi? Bir an zaman ve mekân düzleminde çok büyüdüğünü hissetti. Acaba zamana hükmedebilir miydi? Geçmişi görebiliyorsa eğer, onunla ilişki de kurabilirdi pek tabii…
Fizikî sınırlar buna elverişli değildi belki ama fizik ötesi diye bir şey varsa bu orada mümkün olabilirdi belki. Birden gülümsedi. Einstein geldi aklına. “Hay Allah” dedi “İnsan boyundan ne kadar büyük işlere kalkışıyor böyle. Kolu bir metre öteye ulaşamazken, gözünü evrenin ötelerine dikiyor”
Birden duruldu... Neden evrenin ötesi olduğunu düşünmüştü ki? Zihninde (ya da İdealar dünyasında) var olan bu şeyin gerçekte de var olması gerektiği doğru ise, evren ötesi var olabilir miydi? İyi de eğer yoksa neden oraya gitmenin yollarını arasın ki!
“İdealar haaa!” diye bağırdı. “Yok daha neler! Hayal desene şuna sen!” diye de öfkeli bir şekilde ekledi.
Ama not defterine bir şeyler daha yazmadan edemedi: “Evrenin ötesi”…
*
Seyyah yol almaya niyet ettiği anda yolculuğu başlar. Nitekim o da epey bir yol almıştı. Şimdi gideceği yeri bilmiyordu gerçi ama duyuları oldukça kuvvetliydi.
Derken kulağına uzaklardan bir çağrı ulaştı. “Gel, gel” diyordu bu çağrı… Neden bunca asır uzaktan gelen bu nidayı işittiğinde hemencecik oraya yönelmişti ki!
Yoksa sekiz yüz ışık yılı uzaktaki bir yıldızdan mı geliyordu bu ses?
Her neyse!
İçinden bir his ona çok önemli sırlar verileceğini fısıldıyordu. Fısıltılar, sayhalara döndü ardından. “Gel, gel” sesleri arttıkça arttı.
Gizem dolu bir seyahat başlıyordu artık… Kim bilir nerelere gidecekti… Ve gittiği yerlerde nelerle karşılaşacaktı…
Heybesini sırtına, aklını başına, hislerini kalbine yüklenip koşmaya başladı. Işık kadar hızlı gidemiyordu belki ama “Nur” olabilme niyetiyle çıkmıştı yola. Yola bir kere çıktı mı seyyah, geri dönemezdi asla… Dönmeyecekti de!
Bu ve başka hislerle ilk menzile vardı. Şimdi önünde durduğu belde Konya’ydı…
Her şeyden şüphe etse de şüphe etmekte olduğu için kendi varlığından şüphe edememiş. Soruları öyle çokmuş ki, cevapları bulmak için dünyayı dolanması gerekmiş. Hem aklını, hem vicdanını, hem kalbini tatmin edecek şeyin peşine düşmüş. Kendini keşfetme yolculuğuna önce dünyayı keşfederek başlamak istemiş. Kendi varlığını yaşadığı dünyanın varlığından gayrı göremiyormuş. 30 milyar ışık yılı genişliğindeki kâinatın bir yerinde, 100 bin ışık yılı eninde yer kaplayan Samanyolu’nun içinde, güneş sisteminin bir parçası olan dünyada yaşıyordu ne de olsa. Sürekli genişleyen evrenin hızına ışık kadar hızlı olsa yetişmesi için 30 milyar yıl yol alması gerekiyordu. Ama bilmesi gerektiğini hissetti birden. Kâinatta ne vardı? Bu kadar hızla nereye gidiyorlardı?
Dünyanın üzerine binmiş gidiyordu. Evrenin yaşına oranla bir an denilebilecek bir ömür sürecekti topu topu. Şimdiden çoğunu harcamıştı bile bu ânın. Ama neden böyle sorulara muhatap oluyordu? Bu da bir soru değil miydi…!
Acaba daha ne kadar zamanı vardı? Ne kadarını keşfedebilirdi ki kâinatın? Düşündü de, dünyayı bile keşfetmeye yetmezdi bu zaman. Öyleyse, ya zamanı durdurmalıydı ya da ışık kadar hızlı yol almalıydı. Bu hızla en azından dünyanın tamamını kolayca keşfedebilirdi.
Işık kadar hızlı olmak için yine ışık olmak gerekirdi değil mi? İçine hapsolduğu madde duvarı yüksek hızlarda, dağılmaya mahkûmdu çünkü. Biraz fizik bilen herkes bunu kolaylıkla tahmin edebilirdi.
Bir seyyah için vakit darlığı ne kadar acıydı. Bir kâşif için ne büyük bir handikaptı bu. Gidecek yol çok, vakit dar ve binek yavaştı…
Işık üzerine düşünürken ilk kez aklına Nur kelimesi geldi. Nur da ışıktı, hem de kelimeye daha fizikötesi bir anlam yüklüyordu. “Bir seyyah not defterine hep bir şeyler karalamalı ki, seyahatinden açığa çıkan ilhamlar gelip geçici sözler olarak kalmasın.” Bilgece sözler söylemeye bayılırdı…
Nur kelimesini not etti defterine. O kelimede bir sır olduğunu sezinlemişti. Sezgilere güvenmek konusunda temkinliydi gerçi. Ama onları göz ardı da edemezdi. Bilinç altından bilincine yansıyan bu kelime büsbütün anlamsız olamazdı ya.
Bilinçten bahis açılınca canı sıkıldı birden. Kontrolü dışında bir şeyler olması hep tedirgin ederdi seyyahı. Bilinç altı yahut bilinç dışı veya sezgileri, ilhamları… (adları her neyse bunların) acaba onu yanıltıyor olabilirler miydi?
Birden sakin olması gerektiğini düşündü. Sürekli sorular sorması, kaygı duyması boşuna değildi. Bunlar ona hep umut verirdi. Sonunda karar verdi: “Hiçbir şey boşuna değil!”
Evet! Her şeyin bir anlamı olmalıydı. Anlamsız görülen şeyleri bile kendisi anlamlandırmalıydı yahut altlarında yatan manayı keşfetmeliydi. Madem bir kâşifti o ve bir seyyahtı bundan usanmak olmazdı.
Doğru hareket etmek için bütün alıcılarını maksimum düzeyde harekete geçirmesi gerektiğini düşündü. Duyuları vardı, görüyor, işitiyor, dokunuyor, tadıyor, kokluyordu… Hissediyordu bir de, algılıyor, idrak ediyor, yorumluyordu bunları. Nasıl yaptığı önemliydi belki ama nasıldan ziyade önce nedenlerini sorgulamalıydı. Evet! Şimdi her yere kulak kesilmişti. En ufak bir sesi bile duymazdan gelmemeliydi. Gözlerini dört açtı, önce yere, sonra semaya uzandı bakışları…
Semaya bakarken şöyle bir dalıverdi istemsizce. “Ben nereye bakıyorum?” diye sordu kendi kendine… Geçmişe baktığını fark etti birden. Gece bütün ihtişamıyla göz kırparken kendisine, hiç de antika bir eser gibi görünmüyordu halbuki..
Proksima’ydı en yakın yıldızın adı. Latince “yakındaki” anlamına geliyordu. Halbuki ışık olsa 4 yıldan fazla sürerdi ona ulaşması. Güneşin de bir yıldız olduğunu biliyordu ama o bizim güneşimizdi işte. Onu herhangi bir yıldız gibi çağırmak hoşuna gitmiyordu. “O benim güneşim, yıldız değil. En yakın yıldız Proksima” dedi…
Güneş’e ise ışık olsa 8 dakikada ulaşabilirdi. Lakin bunu yapamayacağını biliyordu. Maddeden örülü bedeni güneşe dayanamazdı. “Işık olsam belki…” diyordu.
Güneşi düşündü yine. Milyarlarca yıldır her gün muntazaman doğup batıyordu. Hayatın en önemli kaynaklarından biriydi. Halbuki evrendeki 200 milyar kere 200 milyar yıldızdan sadece bir tanesiydi. Ama insanlık için ve dünya için anlamı kâinat kadar büyüktü. Dünyanın güneş etrafında dönmesi boşuna değildi ya!
Tekrar yıldızlara ve semaya çevrildi dikkati. “Nereye bakıyordum?” diye yeniden sordu. Hatırladı demin düşündüklerini. Geçmişin bütün hazinelerini izlediği hissine kapıldı. O ilk çıkış noktasına mı bakıyordu? Bütün bunların başladığı o ilk patlama noktasına… Ve o günden bu güne gelen bazı yıldızların onlarca, yüzlerce, binlerce hatta yüz binlerce yıl önceki hallerine… Biraz daha bakışlarını derinleştirse ilk patlamayı görebilir miydi acaba?
Her geçen an, o ilk noktadan hızlıca uzaklaşıyor olsa da, hayalen hiç de uzak gelmemişti şimdi. Zaman ne garip bir şeydi böyle? Çıplak gözlerle maziyi görebilmek tüyler ürpertici değil miydi? Bir an zaman ve mekân düzleminde çok büyüdüğünü hissetti. Acaba zamana hükmedebilir miydi? Geçmişi görebiliyorsa eğer, onunla ilişki de kurabilirdi pek tabii…
Fizikî sınırlar buna elverişli değildi belki ama fizik ötesi diye bir şey varsa bu orada mümkün olabilirdi belki. Birden gülümsedi. Einstein geldi aklına. “Hay Allah” dedi “İnsan boyundan ne kadar büyük işlere kalkışıyor böyle. Kolu bir metre öteye ulaşamazken, gözünü evrenin ötelerine dikiyor”
Birden duruldu... Neden evrenin ötesi olduğunu düşünmüştü ki? Zihninde (ya da İdealar dünyasında) var olan bu şeyin gerçekte de var olması gerektiği doğru ise, evren ötesi var olabilir miydi? İyi de eğer yoksa neden oraya gitmenin yollarını arasın ki!
“İdealar haaa!” diye bağırdı. “Yok daha neler! Hayal desene şuna sen!” diye de öfkeli bir şekilde ekledi.
Ama not defterine bir şeyler daha yazmadan edemedi: “Evrenin ötesi”…
*
Seyyah yol almaya niyet ettiği anda yolculuğu başlar. Nitekim o da epey bir yol almıştı. Şimdi gideceği yeri bilmiyordu gerçi ama duyuları oldukça kuvvetliydi.
Derken kulağına uzaklardan bir çağrı ulaştı. “Gel, gel” diyordu bu çağrı… Neden bunca asır uzaktan gelen bu nidayı işittiğinde hemencecik oraya yönelmişti ki!
Yoksa sekiz yüz ışık yılı uzaktaki bir yıldızdan mı geliyordu bu ses?
Her neyse!
İçinden bir his ona çok önemli sırlar verileceğini fısıldıyordu. Fısıltılar, sayhalara döndü ardından. “Gel, gel” sesleri arttıkça arttı.
Gizem dolu bir seyahat başlıyordu artık… Kim bilir nerelere gidecekti… Ve gittiği yerlerde nelerle karşılaşacaktı…
Heybesini sırtına, aklını başına, hislerini kalbine yüklenip koşmaya başladı. Işık kadar hızlı gidemiyordu belki ama “Nur” olabilme niyetiyle çıkmıştı yola. Yola bir kere çıktı mı seyyah, geri dönemezdi asla… Dönmeyecekti de!
Bu ve başka hislerle ilk menzile vardı. Şimdi önünde durduğu belde Konya’ydı…