YEŞİLYOLCULAR | SANAL ALEMİN İMAM HATİP ŞUBESİ

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:01 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / Şirk-i hafî - gizli şirk- ne demektir?

    Şirk, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’a ortak koşmak demektir. Bunun bir zâhiri, yâni “açığı” var; bir de “hafîsi”, yâni gizlisi. Zâhir olanı, bildiğimiz şirktir. Üç ilaha inanmak, yahut putları "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak katında şefaatçi kabul etmek bu guruba girer.


    Şirk, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’a ortak koşmak demektir. Bunun bir zâhiri, yâni “açığı” var; bir de “hafîsi”, yâni gizlisi. Zâhir olanı, bildiğimiz şirktir. Üç ilaha inanmak, yahut putları "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak katında şefaatçi kabul etmek bu guruba girer.

    Hafî şirke gelince, bu ana hatlarıyla ikiye ayrılır. Birisi, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ın rızasını unutup insanlara riya ve gösterişte bulunmak, yahut nefsin arzularını tatmine özen göstermek. Diğeri de eşyanın yaratılmasında birer sebep olarak vazife gören mahlukata olduğundan fazla önem vermek; onları tesir gücüne sahip zannetmek.

    Bir de bu hafî şirkin bir derece daha perdelisi var ki, fiil âleminde değil, his âleminde, kalp âleminde cereyan eder. İnsanlar mânen terakki ettikçe şirk de gittikçe perdelenir...

    Sebeplere olduğundan fazla önem vermek de gizli şirk. Bir işin tahakkukunda sebebin hakkı bir iken, ona yüz kat fazla değer biçilirse doksan dokuzu gizli şirk hesabına geçer... İnsanın kendi nefsine fazlaca güvenmesi, bütün lâtifelerini onun emrine vermesi de gizli şirk.

    Buna sadece bir tek misal: Cebbar ve Mütekebbir ancak "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tır. İnsan, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ın kendisine bahşettiği varlığı, kuvveti, ilmi, Onun huzurunda Onun kullarını ezmekte kullanırsa Cebbar ve Mütekebbir olmaya özenmiş ve gizli şirke girmiş olur.

    Resulûllah (asm.) Efendimiz, “Felak” için, “Cehennemden bir zindandır, onda cebbarlar, mütekebbirler hapis olunur ve Cehennem ondan "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’a sığınır.” buyurmuştur. Ama gel gör ki Cehennemin ürküp kaçtığına, nefsimiz can atıyor. Sadece bu bile, nefsin Cehennemden çok daha tehlikeli olduğunu bildirmeye kâfi. Fakat bunu da yine o nefis yüzünden anlamaya yanaşmıyoruz...

    Bir başka Hadis-i Şerif: “İslâm dinini kabul etmiş birisi, herhangi bir şahsa zenginliği için saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider.”

    İslâm’da "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak için sevmek esastır. Zekâtını veren, hayırlı işler gören bir zengini sevmek "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak namınadır ve bu hadisin şümulüne girmez. Burada yasaklanan sevgi "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tan gafil olarak, kula zillet gösterme tarzındaki sevgidir.

    İslâm, tevhit dinidir. Bu kâinatın Sahibi ve Mâliki birdir. Her hayır, ancak Onun hazinesindedir. İslâm, ne ışık için güneşe, ne tahıl için tarlaya, ne de serveti için zengine aşırı ölçüde minnettar olunmamasını ders verir. Herkes ve her şey, sadece birer sebep, birer vesiledir. Bütün nimetler, arz ve semanın Rabbinden geliyor.

    Bu dersi alan fakir bir mü’min, bir zengine rızkını o veriyormuşçasına zillet gösterirse, tevhit inancı, yâni "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ı bir bilme itikadı zedelenebilir. Zengin olsun, fakir olsun her insan, ancak iman, ahlâk, fazilet, ilim, irfan, dürüstlük gibi sıfatları için sevilir. Zenginlik, tek başına bir sevgi vesilesi değildir.

    Bir zengin de bu Hadis-i Şerifi okuduğu zaman, kimseyi minnet altında bırakmaz. Yaptığı iyiliklere, ettiği ihsanlara karşı, aşırı bir hürmet beklemez. Aksi takdirde, karşı tarafın şeref ve haysiyeti yanında, diniyle de oynamış olacağını bilir.
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:02 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / Gayba iman ne demektir?

    Gayb, “ gizli olan, görünmeyen” demektir. Kur’an-ı Kerim muttakilerden, yâni takva sahibi müminlerden bahsederken onların en büyük özelliği olarak “gayba imanlarını” gösterir.





    Gayb, “ gizli olan, görünmeyen” demektir. Kur’an-ı Kerim muttakilerden, yâni takva sahibi müminlerden bahsederken onların en büyük özelliği olarak “gayba imanlarını” gösterir. “Onlar –o muttakiler- gayba iman ederler”(Bakara Sûresi,3) mealindeki âyet-i kerimeyi tefsir eden âlimlerimiz, gayba imana iki şekilde mânâ verirler. Birincisi, “Onlar görmedikleri halde, aklî ve naklî delillere dayanarak iman ederler.” Diğeri ise, “Onlar gıyaben dahi iman ederler.” Yâni münafıklar gibi sadece müminler arasında değil, gıyaben de "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’a ve resulüne (asm.) iman ederler.

    Gayb iki ayrı mânâya gelir: Birincisi, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, yalnız "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ın malûmu olan haller, hâdiseler, âlemlerdir ki, bunlar imana konu değildirler. İman, bu gayb için değil, ancak Kur’anın haber verdiği ve Peygamber Efendimizin (asm.), hakkında açıklamalardan bulunduğu gayb için söz konusudur.

    “Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan gayb-ı mâkule iman ediyoruz.” (Hak Dini Kur’an Dili)

    “Gayba iman” denilince akla ilk gelen, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’a ve diğer iman rükünlerine imandır. Bunlar hep gaybdır.

    İnanmada ilk adım kalben tasdiktir. Bu tasdikin başlangıcı da anlamak. Beş duyu anlamaya, anlama da inanmaya yardımcı olur. Sadece beş duyunun sınırları içinde dolaşan, onları aşamayan insanlar, hükmen hayvanlıktan kurtulmuş değillerdir. His ile bilme, hayvanların sahası; hissini akla hizmet ettirip anlama, kavrama ve nihayet inanma ise insanın vazifesidir.

    İnsan bir meyve ağacına bakmakta hayvanla müşterektir. O ağacın içinde harika bir fabrikanın çalıştığını, yapraklarında fotosentez olayının cereyan ettiğini, o meyvelerin bütün bir ağaçtan, hatta kâinattan, süzülerek meydana geldiğini ise ancak o insan kavrayabilir.

    Onun için, mutlak mânâda “insan” denilince, gayba iman eden “mü’min” hatıra gelmelidir.

    İşte, o gayba inananlardır ki, nimette boğulmaz, mün’imi, yâni o nimeti ihsan edeni tanırlar. Esere saplanıp kalmaz, o eseri yapan Hâlik’ı tanır ve bilirler. Gayba inanmayanlar ise, sofranın tabakları, kitabın yaprakları, yahut fabrikanın bölmeleri arasında dolaşıp duran bir böcek gibi, bu âlem ve içindekilerden, hakiki mânâda, istifade edemez, hayatlarını zâyi eder giderler.
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:02 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / “Hidayet "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tandır” sözü nasıl anlaşılmalıdır?

    Hayır ve şerrin "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar.


    Hayır ve şerrin "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakkın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.

    Önce şunu belirtelim. Cenab-ı Hakkın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur.

    İnsan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Odur. "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:03 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / Hidayet ve dalalet sadece inanç esaslarında mı oldu


    İman en büyük hidayet... Bunun zıddı ise küfür... O hâlde, dalâlet denilince öncelikle küfür anlaşılacaktır. Küfür, iman yolundan sapma demektir.


    İman en büyük hidayet... Bunun zıddı ise küfür... O hâlde, dalâlet denilince öncelikle küfür anlaşılacaktır. Küfür, iman yolundan sapma demektir.

    “Kim imanla küfrü değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” ( Bakara, 108 )

    Tevhit yani "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakı bir bilmek de başlı başına bir hidayettir. Öyle ise şirk yolu da dalâlettir.

    Şu âyet-i kerimede dalâlet, şirke düşmek mânâsında kullanılmıştır: “Allaha ortak koşan kimse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.” ( Nisa, 116 )

    Ahlâk kavramını çiğneyip, hayvan gibi sadece şehvet peşinde koşmak da doğru yoldan bir sapmadır. Ahlâk, hidayet yoludur; edepsizliğin her nevi ise dalâlettir.

    Şu âyet-i kerimede dalâletin bu çeşidi nazara veriliyor: “Onlar hayvan gibidirler, hatta, yolca ( tuttukları yol itibariyle), daha da sapıktırlar.” (Furkan, 44 )

    Başta, materyalizm, tabiatçılık, evrimcilik olmak üzere, İslâma zıt her türlü felsefî akım da birer dalâlet yoludur ve bunlara tabi olanlar da ehl-i dalâlettirler. Tarih boyunca nice bâtıl düşünce akımları çıkmış, fakat günümüzde çoğunun mensubu kalmamıştır.

    İnsanın kul olduğunu, bu âlemde misafir bulunduğunu ve ahirete yolcu olduğunu unutan kimselerde, kulluğun yerini enaniyet ve kibir alır. Kendi ruh dünyasını kendi aklıyla şekillendirmeye kalkışan ve sadece nefsinin razı olacağı bir ahlâk anlayışını benimseyen bu gibi insanlar, hak ve hakikatten sapmış ve dalâlet yoluna girmişlerdir.

    Müminlerin yaptıkları her türlü yanlışlık da, doğru yoldan sapma demektir. Ama bu hataları işleyen kimseler, kelime mânâsıyla, dalâlete düşmüş olsalar bile ıstılahî mânâda onlara ehl-i dalâlet denmez. Nitekim, miras taksimiyle ilgili bir âyet-i kerime şöyle son bulur:
    “Şaşırıyorsunuz diye "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak size açıklıyor. "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak her şeyi bilendir.” ( Nisa, 176 )

    Âyette, dalâlete düşmekten söz edilmiş, ama tercümesinde “dalâlet” yerine “şaşkınlık” kelimesi kullanılmıştır.
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:03 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / Sırat-ı mustakim ne demektir?

    Sırat-ı müstakim, istikamet yolu demektir.


    Sırat-ı müstakim, istikamet yolu demektir.

    İstikamet için, “ her türlü aşırılıktan uzak olan orta yol,”, “dosdoğru yol”, “pürüzsüz yol”, “adalet” gibi tarifler getirilmiş. Bu yolu Kur’an-ı Kerim, “ göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ın yolu” (Şura Sûresi, 53) ve “Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu” ( Nisa Sûresi, 69) olarak izah eder.

    Mümin, namazlarının bütün rekâtlarında Fatiha Sûresini okur ve "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tan sırat-ı müstakime hidayet talebinde bulunur. Biz Rabbimizden sırat-ı müstakime hidayetimizi dilemekle, bu dünyada ömrümüzü istikamet çizgisinde geçirmeyi, yâni kıldan ince, kılıçtan keskin olan sıratı bu dünyada geçmeyi istemiş oluyoruz. Gerçekten de bu dünyada bütün işlerimizi, sözlerimizi, hallerimizi istikamet çizgisinde tutabilmemiz oldukça zor. Ama bu ince ve keskin yolu aşırılıklara sapmadan tamamlamadıkça da âhirette sıratı geçmemiz mümkün değil.

    Sırat, cehennem üzerinde kurulmuş. Bizim bütün işlerimizin de önü cennet, altı cehennem gibidir. Hangi işimizi "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ın rıza çizgisinden saparak işlesek, günaha girmiş, isyana düşmüş oluruz. Bunlar ise dünyada cehennem habercileridir.

    Dünyada mesut olmanın yolu da istikametten geçer. Bedenimiz bütün organlarıyla, kalbimiz bütün his dünyasıyla hep istikamet üzere bulunmadıkça saadete ermemiz mümkün olmaz. Gözümüz ne miyop olacak, ne hipermetrop. Tansiyonumuz ne yüksek olacak ne düşük... Beynimizi çalıştıran mekanizmanın elektrik akımı ne düşük olacak ne yüksek. Kalp atışlarımız belli sınırlar arasında gerçekleşecek. Vücut ısımız da öyle...

    İstikametin bir tanımı da, ahlâkın bütün şubelerinde aşırılıklarından uzak olan orta yolu tutmak.

    Sahavet, yâni cömertlik güzel ahlâkın bir şubesi. Ne savurgan, ne de cimri olmayan insan bu ahlâka sahip demektir. Adalet bir başka güzel ahlâk. İnsan ne başkasına zulmedecek, ne de hakkını korumaktan âciz kalarak muhatabının zâlim olmasına sebep olacaktır.

    Güzel ahlâkın başta gelen bir şubesi de tevekkül. Sebeplere teşebbüs eden ve neticeye razı olan insan tevekkülün sırrına ermiştir ve istikamet üzeredir.

    Bir mü’min, “Bizi istikamet yoluna hidayet buyur.” diye dua etmekle, Rabbinden istikameti bütün yönleriyle yaşama talebinde bulunmuş olur. Ve bu duasına bütün mü’minleri de dahil eder.
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:04 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / Mekke’de doğan bir çocukla, dünyanın her hangi bir

    Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Azimüşşân'ın hakkıdır.

    Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.
    Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Azi-müşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz.

    Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.
    Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı mes'eleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

    Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes'uliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

    Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.
    Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

    Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

    Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:
    "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder” (Bakara Sûresi, âyet: 286.) buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:
    - Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
    - Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
    - Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
    - Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.
    - Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.
    Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

    "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Teâlâ mutlak- adaletiyle kullarının mes'uliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kullannın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:
    İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:05 pm

    Âdil-i Mutlak olan "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kıuhır akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

    Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir islâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlanndaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:
    "Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Teâlâ Hazretleri'ne imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, ma'rifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz.

    Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri'nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir.

    Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibj şerY ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar ma'rifetullah da kâfi değildir. Herhalde "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz" (İsrâ Sûresi, 15) nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma'rifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh ma'rifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve na-zarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennettir. İkincisi, Cenâb-ı "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır. "

    Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:
    "Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.

    Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

    Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

    Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz", âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ı bilmenin terki mânâsına gelmez.
    Bundan dolayı, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."

    Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
    "Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385)

    Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:
    "Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mes'ul olmazlar. Çünkü, mes'uliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes'uliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."

    Burada bir sual akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?
    Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

    "İnancıma göre, inşâAllah "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:
    a. Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar.
    b. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.
    c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur" şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."(İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.)

    Bugün gerek Hıristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hıristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi ihata eden "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.
    Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

    Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hıristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:
    "Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (ve aleykümselam.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (ve aleykümselam.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. " (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 103.)

    Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü'l-Karî'nin Şerhu'l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi'1-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.

    Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah'ın (S.A.V.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (ve aleykümselam.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'a inanan bir kimseydi.

    Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak'tan gafil nice insanlar yok mudur?
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:06 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / İnsan, yaptığı işlerinde “yarattım veya yarattık”

    İnsan, dünyadan malzeme alır ve yeni bir eser inşa eder. Her ne kadar ona “benim eserim” derse de, bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez. Kainat galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da hakiki sanatkarı yine "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tır.





    İnsan, dünyadan malzeme alır ve yeni bir eser inşa eder. Her ne kadar ona “benim eserim” derse de, bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez. Kainat galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da hakiki sanatkarı yine "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tır.

    Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor değil. Çünkü bunlar bilgisiz, şuursuz ve iradesiz varlıklar. İnsan ise, üstün kabiliyetleri olan bir varlık. Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’ı hatırlamak her zaman mümkün olmayabiliyor.

    Oysa, dikkatle düşününce, insanın da bir vasıta olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Çünkü insan, eserini bir düzen dahilinde kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmez, ancak yaratılanı terkip ve tertip eder. Bunu yaparken, kendisine ihsan edilen cihazları ve duyguları kullanır. Akıl, kalp, hafıza, göz, kulak ve eli veren "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak’tır. Onun mülkünde, Onun verdiği aletler ve Onun yarattığı malzemelerle çalışan sanatçı, eserinin hakiki sahibi ve yaratıcısı olamaz.

    İnsanın rolü “dilemek”tir, iradesini hayır için kullanmaktır. Ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak, insan eliyle de beşeri sanat eserlerini halk etmektedir. Şu halde insan, “Şu eseri ben yarattım.” diyemez, ancak, “Bu eser benim vasıtamla yaratıldı.” diye düşünerek “Bu eseri ben yaptım” diyebilir.

    Bilim adamları ve sanatkârlar, kainattaki İlâhî kanunları keşfederken, çeşitli alet ve makineler yaparken Rablerinin kendilerine bahşettiği kabiliyetleri kullanırlar. “Bu kanunu ben buldum, şu makineyi ben yaptım” demeleri, onların bir kanun koyucu ve bir yaratıcı olmalarını gerektirmez.

    Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay cereyan eder, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz. Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını ve nasıl çalıştığını bilen kaç kişi var? Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır, fakat biz, olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız.

    Organlarının ve duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserlerin hakiki sahibi olur ve onları ben yarattım diyebilir!?..
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:06 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / Dalâlet ne demektir, çeşitleri nelerdir?

    Dalâlet; “sapma, sapıklık, yanlış yolda gitme,” gibi mânâlara geliyor. Bu yolda gidenlere ise “ehl- i dalâlet” deniliyor. Fatiha suresinin sonunda, “Bizi gazabına uğramış olanların (mağdub) ve dalâlete düşünlerin (dallîn) yoluna değil, sırat-ı müstakime hidayet et.” diye bir dua cümlesi vardır.



    Dalâlet; “sapma, sapıklık, yanlış yolda gitme,” gibi mânâlara geliyor. Bu yolda gidenlere ise “ehl- i dalâlet” deniliyor. Fatiha suresinin sonunda, “Bizi gazabına uğramış olanların (mağdub) ve dalâlete düşünlerin (dallîn) yoluna değil, sırat-ı müstakime hidayet et.” diye bir dua cümlesi vardır. Tefsir alimleri, dallîn güruhuna Hıristiyanları, mağdub gurubuna ise Yahudileri misâl verirler. Bunlar sadece birer misâldirler; yoksa, bu fırkalar sadece bu iki zümreye mahsus değildir.

    Yahudiler Tevratı tahrif ettikleri ve peygamberlerini öldürdükleri için "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakın gazabına layık olmuşlardır. Hıristiyanlar ise, üç ilâh safsatasını kabul etmekle hakikatten sapmış, tevhit inancından ayrılmış ve dalâlete düşmüşlerdir.

    Bununla birlikte, söz konusu iki gurubu kesin hatlarla birbirinden ayırmak çok zor. Ama birincisinde, yani mağdub gurubunda sefahat, rezalet ve azgınlık ön plana çıkıyor; dallîn güruhunda ise yanlış fikirler ve batıl inançlar. Yoksa, kelime mânâsıyla bakıldığında, yanlış yola giren dallînler de mağdupturlar, yani "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakın gazabına uğrayan zümredendirler. Aynı şekilde, ahlâkî yönden dejenere olmuş azgın kavimler de dalâlet üzeredirler ve "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakın gazabına uğrayacaklardır. Her ikisinin ortak özelliği, istikametten sapmaları, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakın kahrına layık kimseler olmalarıdır. Ama, birinci gurupta azgınlık daha hâkimdir, ikincisinde ise sapkınlık.

    İstikamet, “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoludur. Bu yola giren insan, her türlü edep dışı hâllerden uzak kaldığı gibi, yanlış inanç, sapık düşünce ve batıl felsefelerin de hiçbirini ruhuna yanaştırmaz; kalbinden uzak tutar.

    Şöyle düşünebiliriz: hidayet, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakın gösterdiği ve razı olduğu yoldur. Bu yol cennete çıkar. O saadet yurduna ve o rıza beldesine ancak "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak elçilerinin izinden gitmekle varılabilir.

    Nur külliyatında, küfür ve dalâlet iki kısma ayrılır: birinci kısım için, “Amelî ve ferî olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalâlet kolaydır.” şeklinde bir açıklama getirilir. İkinci kısım için ise, “amelî ve ferî olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür” denilir. (Lemalar)

    Birinci guruba girenler, kul olduklarını hiç düşünmeden, ahireti hesaba katmadan, dünyanın gayri meşru zevklerinden azamî ölçüde faydalanmak isteyen sefih ve ahlâksız kimselerdir. Bu gün batı gençliğinin yüzde doksanından fazlası ateisttir, ama bunların da yüzde yüze yakın kısmı bu birinci guruba girerler. İmansızlığı “itikadî ve fikrî bir hüküm” olarak benimseyen ve bunu dava edinerek başkalarına benimsetmeğe çalışanlar ise çok azdır. Birinci grup “mağdup,” ikinciler ise “dallîn” sınıfına girerler.

    Hidayete ulaştıran yollar gibi, dalâlete sürükleyen sebepler de çok çeşitlidir. İman en büyük hidayettir; bunun zıddı ise küfürdür. O hâlde, dalâlet denilince öncelikle küfür anlaşılacaktır. Küfür, iman yolundan sapma demektir.

    “Kim imanla küfrü değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” Bakara Sûresi, 108

    Tevhit yani "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alakı bir bilmek de başlı başına bir hidayettir. Öyle ise şirk yolu da dalâlettir. Şu âyet-i kerimede dalâlet, şirke düşmek mânâsında kullanılmıştır:
    “Allaha ortak koşan kimse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.” Nisa Sûresi, 116

    Ahlâk kavramını çiğneyip, hayvan gibi sadece şehvet peşinde koşmak da doğru yoldan bir sapmadır. Ahlâk, hidayet yoludur; edepsizliğin her türü ise dalâlettir.

    Şu âyet-i kerimede dalâletin bu çeşidi nazara veriliyor:
    “Onlar hayvan gibidirler, hatta, yolca ( tuttukları yol itibariyle), daha da sapıktırlar.” Furkan , 44 Başta, materyalizm, tabiatçılık, evrimcilik olmak üzere, İslâma zıt her türlü felsefî akım da birer dalâlet yoludur ve bunlara tabi olanlar da dalalet ehlidir.

    Tarih boyunca nice bâtıl düşünce akımları çıkmış, fakat günümüzde çoğunun mensubu kalmamıştır.

    İnsanın kul olduğunu, bu âlemde misafir bulunduğunu ve ahirete yolcu olduğunu unutan kimselerde, kulluğun yerini enaniyet ve kibir alır. Kendi ruh dünyasını kendi aklıyla şekillendirmeye kalkışan ve sadece nefsinin razı olacağı bir ahlâk anlayışını benimseyen bu gibi insanlar, hak ve hakikatten sapmış ve dalâlet yoluna girmişlerdir.

    Müminlerin yaptıkları her türlü yanlışlık da, doğru yoldan sapma demektir. Ama bu hataları işleyen kimseler, kelime mânâsıyla, dalâlete düşmüş olsalar bile dinî terim olarak onlara ehl-i dalâlet denmez. Nitekim, miras taksimiyle ilgili bir âyet-i kerime şöyle son bulur: “Şaşırıyorsunuz diye "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak size açıklıyor. "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak her şeyi bilendir.” Nisa Sûresi, 176

    Âyette, dalâlete düşmekten söz edilmiş, ama tercümesinde “dalâlet” yerine “şaşkınlık” kelimesi kullanılmıştır.

    Şu âyet-i kerime, dalâletin çok önemli bir kaynağına dikkatimizi çekiyor: “Kâfirler, "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak bu misâlle neyi murat etmiş, derler. "Şirk-i hafî - gizli şirk" Alak onun ile çoklarını dalâlete atar (saptırır) ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat ancak fâsıkları dalâlete atar.” (Bakara Sûresi, 26)

    Demek oluyor ki, insan fısk ve günah vadisinde ilerledikçe bu menhus yolculuğa alışır; ona bağımlı hâle gelir. Bu gibi insanlar, kendilerini aldatmak ve nefislerini tatmin etmek için, yanlış bir fikre yahut batıl bir inanca yapışmaya adeta can atarlar.
    ..::mücahit::..
    ..::mücahit::..
    YY


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 623
    Yaş : 35
    Nerden : KONYA
    Okul : Seydişehir İhl
    İleti : ..::madem ki ölüm bir defa neden ALLAH için olmasın::..
    Ruh hali : "Şirk-i hafî - gizli şirk" Tuhaf10
    Teşekkür : 12
    Puanı : 352
    Kayıt tarihi : 06/08/08

    Dikkat Geri: "Şirk-i hafî - gizli şirk"

    Mesaj  ..::mücahit::.. Paz Ocak 18, 2009 2:07 pm

    ŞİRKİ HAFİ (GİZLİ ŞİRK) / Hastalanınca doktora giden, hukukî konularda avuka

    Günümüz insanı, ilmî ve fennî konularda –haklı olarak– konusunda uzman kişilere baş vurmaktadır.



    Günümüz insanı, ilmî ve fennî konularda –haklı olarak– konusunda uzman kişilere baş vurmaktadır. Bu hassasiyeti dinî konularda fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada, yetkin ve yetkili olmayan kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Hâlbuki dini konuda uzman olmayan bir kişi diğer konularda söz sahibi de olsa, onun sözüne dini konularda itibar edilmez.

    Malumdur ki bir ilim dalında bilgili olan bir kişi, diğer bir dalda cahil olabilir. Şu hâlde kişinin yetkili olmadığı bir sahada fikir yürütmesi, yargıya varması doğru değildir. Mesela bir doktor tıp branşında ne kadar yükselirse yükselsin, mimarlık konusunda onun sözüne itibar edilmez. Kaldı ki bu gün tıp bilimi bile, bir çok alt dala bölünmüş olup dahiliye uzmanı bir doktor hatta profesör bile olsa intaniye ile ilgili bir konuda o anabilim dalına müracaat etmektedir.

    Problemleri doğru değerlendirebilme ölçütü bu bilimsel yaklaşım olduğundan dolayı, sırf akıl ile kavranılması mümkün olmayan, imanî, Kur’anî ve dinî hakikatlerde insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkin olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu konuda yapılası gereken, din konusunda yetkili kimselere bizzat başvurmak yahut onların yazdığı eserleri okumaktır. Bunu yapmayanlar çok defa kendi arzularını ve hayallerini gerçek ve fikirle, karıştırmakta, aldanmakta ve hakikatten uzaklaşmaktadırlar.

      Similar topics

      -

      Forum Saati Perş. Mayıs 16, 2024 3:43 am