YEŞİLYOLCULAR | SANAL ALEMİN İMAM HATİP ŞUBESİ

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Tingirdayan Bos Teneke(!)

    Zeynebb
    Zeynebb
    Yeşil yeşil

    Yeşil yeşil


    Kadın
    Mesaj Sayısı : 304
    Yaş : 32
    Nerden : ßursa'm
    Okul : ß.i.a.i.h.L
    İleti : __ sen,qözLerim ve katre __
    Ruh hali : Tingirdayan Bos Teneke(!) Huysuz10
    Teşekkür : 4
    Puanı : 89
    Kayıt tarihi : 18/01/09

    Tingirdayan Bos Teneke(!) Empty Tingirdayan Bos Teneke(!)

    Mesaj  Zeynebb C.tesi Mart 14, 2009 1:19 pm

    Peynirci Hasan Usta, bosalan peynir tenekelerini gözden geçirdi. Kimi paslanmis, kimi yamulmustu. “Bunlari ne yapsam acaba?” diye düsünürken, tenekeler arasinda söyle bir konusma basladi:



    “–Ben kolye olmak istiyorum!..”

    “–Ben de taç olmak istiyorum!..”

    “–Kolye de, taç da bos isler, ben bir sarayin girisinde, tavanda asili avize olmak istiyorum.”

    “–Aman canim, avize dedigini, ancak kafasini kaldiran görebilir, oysa ben övülmeye pek düskünüm. O sebeple, bir sultanin yakasinda bros olmak istiyorum.”

    Usta sasirdi. Zira daha önceki tenekelerin bu tarz konusmalar yaptiklarina hiç sâhit olmamisti. Onca senedir bu isi yapiyordu, yüzlerce peynir tenekesi görmüstü; ama bu senekiler bir baskaydi. Bunun adina cesâret mi, densizlik mi demeliydi, o da bilemedi. Bu zamâne tenekelerinin âdeti buydu iste!.. Her biri olmayacak bir hevesin pesine düsmüs, bu sebeple, yamukluklarini da göremez hâle gelmislerdi. Hani, “Bos teneke, çok tingirdar.” derler ya, bosa degil... Tam o sirada, kenarda bir yerlerde, bir baska tenekeye takildi ustanin gözü... O da pasliydi. Onun da sekli bozulmustu. Digerlerine göre oldukça da eski görünüyordu.

    “–Hayirdir, senin hiç sesin çikmiyor?!” dedi. “Arkadaslarin «sögüt dalina manda yuvasi» yapiyor. «Ah söyle de olsaydim, vah böyle de olsaydim!..» diye söylenip duruyorlar. De bakalim, sen ne olmak istiyorsun?”

    Teneke cevap verdi:

    “–Bir zamanlar, peynir doluydum. O vakit bir ise yarardim. Içimde peynir oldugu için, el üstünde tutarlardi beni. Zira insanlarin helâlinden lokmasini muhâfaza eden bir kaptim. Simdi iste, gördügün gibiyim. Yine de kaderime râzi, hâlimden memnûnum; ama «Ille de söyle!..» dersen, «helâl lokma» olmak isterdim.”

    “–Çok ilginç!..” dedi Hasan Usta. “Arkadaslarinin gözü yükseklerde; ama sen, helâl bir lokma olsam yeter diyorsun.”

    Teneke bu söz üzerine, yarasina tuz basilmis gibi aciyla, anlatmaya basladi:

    “–Yasim kaçtir bilmem. Bu zamana kadar karsilastigim insanlarin sayisini sorsan, o kadar çok ki, hatirlamam. Simdi sen, istegimi pek yadirgadin ya, «helâl lokmanin kadrini bilmek» gibi yükseklik olaydi, elbet onu da isterdim. Zaten siz insanlar, lokmayi böyle küçümsemeye basladiginizdan beri bozuldunuz. Mücevhere, esyaya, süse gösterise düstünüz, yücelik bunlardadir sandiniz. Senelerin peynircisi olmana güvenip tenekelere baktin ve hâllerini gülünç buldun; ama unutma ki, onlar bu huyu, evlerine girip çiktiklari insanlardan kaptilar.

    O insanlarin kimi, her dâim övülmeyi ve seyredilmeyi çok arzuladiklari için, nârin kutularda saklanan, ak gerdanlari süsleyen birer ziynet olmayi isterler. Sanirlar ki, böyle olunca baslari göge degecek!.. Çünkü onlar, birileri ne vakit medhetse, önce burunlari, sonra da kafalari havaya dikilen tuhaf huylu kimselerdir. Bununla da kalmaz; kendilerinde «kocaman bir güç» oldugunu zannettiklerinden, isleri iyi gittiginde «Ben yaptim!» demeyi, isler iyi gitmediginde de birilerini suçlamayi mârifet sayarlar. Yapilari, istîdatlari, karakterleri hiç müsait olmadigi hâlde, iste, meselâ kiymetli bir gerdanlik olmak isterler. Hâlbuki «Söyle usta!.. Tenekeden mücevher olsa ne çikar?» Sahte takilar takip zengin görünmeye çalisanlar gibi, onlar da sadece görüntüyü kurtarirlar. Hatta buna görüntüyü kurtarmak degil, riske atmak desek, daha dogru olur. Zira ehli deger vermez; lâkin bazi ahmaklar, kiymetli sanip bunlarin pesine düserler de, kendilerini günâha bile sokarlar.

    Kimileri, yükseklerden bakmayi ve parlamayi çok sevdikleri için isiltili, kristal bir avize olmak isterler. Oysa dügmeleri birilerinin elindedir. Bilmezler ki, el degecek, isildayacaklar; el degecek, sönecekler. Ne yapay bir aydinlik... Oysa parlayacaksan, ay gibi parlayacaksin ki, onun bile ziyasi, gece olur, gündüz kaybolur. Parlayacaksan günes gibi parlayacaksin ki, onun da ziyasi gündüz olur, gece kaybolur. Demek ki, esas pirilti, günese dahî aydinligi ve sicakligi bahseden bir gücü gönlünde hissetmektir. De hele, buna hangi tenekenin gücü yeter. Sanki masa üstündeki mum, ya da tavanda asili mütevâzi bir ampül de aydinlatmaz mi odayi? Aydinlatir elbet; ama bunlarin derdi isik vermek degil, cüsseli görünmektir.

    «Desinler!» derdiyle içleri yanar yanar tutusur. Su «Ne güzel!» desin, bu «Vayy bee, suna bak!» diye iç geçirsin, o «kiskansin, çatlasin da patlasin!» ki, bizim heybetlünün (!) koltuklari kabarip, heybeti (!) artsin.

    O da nereye kadar? Biri gelip elektrik dügmesine dokununcaya kadar elbet… Sonra bütün havasi da aydinligi gibi söner de, mâazallâh bunalima giriverir.

    Kimileri taç olmak isterler. Oysa taç, bir makamin sembolüdür ve böylesi semboller, bazi gönülleri isgal etmis, pek geçici, fakat güçlü bir hevesten baska bir sey degildir. Kisi hangi makama gelirse gelsin, neticede topragin dibini boylayacak, o makam da mezar tasinda «silik bir yazi» olarak kalacaktir. Keske taç derdinde olanlar, bir gün ne de ince bir hesaba çekileceklerinin farkinda olsalardi da, giydikleri tâcin hakkini verselerdi. Heyhât! Bugün basinda taç olmasa da birçogu, «üstünlük» kabul edilen bazi sifatlari giyinirler ki, oturduklari koltuklar, giydikleri cübbeler, bindikleri arabalar dahî onlardan sikâyet edip durmadayken, kendilerini fasulyeden âlâ nîmet sanirlar.

    Sen garipsedin; ama iste tüm bu yersiz heveslerin en önemli sebeplerinden biri, o insanlarin yedigi lokmadir. Helâl lokma, maddî-mânevî sihhat demektir. Zira helâl diye, «alin teriyle kazanilmis», «israf edilmeden» kullanilmis «temiz» lokmaya derler. Istedigin kadar çalis da kazan, israfa düserek löp löp yuttuysan, helâlligine halel getirmissin demektir. Istedigin kadar israf etmemeye de dikkat et, mâhiyeti temiz degilse, yine problem…

    Önüne her geleni yiyerek bedenine ve ruhuna zarar verene ne yazik! Vallâhi ben bile duydum Habîbullah -aleyhisselâm-’in «Insanoglu, mîdesinden daha kötü bir kap doldurmamistir.» buyurdugunu... Ben bile duydum, âhir zamanda, belânin arkasina saklanacagi agaci…

    O kadar ayan beyân, agaç, tas, kus haykiriyor da, yine de duymuyorsunuz. Bugün sadece haramlardan degil, süphelilerden de sakinma, kaçma zamanidir. Zira iste, ari, bulut, toprak, su… Neredeyse tüm mahlûkât bir gerçegi haykiriyor. Arilar can çekisiyor, tabiat dengesini ariyor. Her bir nükleer savasin ardindan, agaçlar can havliyle, «Kuruduk, dalimiz kirildi!..» diye haykiriyor! Küçücük çocuklar seker hastasi, sinir hastasi olup haykiriyorlar! Tenler egzama, vücutlar sedef, ayaklar mantar…

    Evet, o zaman, iste bu zaman. Tirnaklar bile haykiriyor! Zikri bozuluyor organlarin... «Hayy» diyecekken, «öf pöf» edip âsî oluyor insan… Her yanda bir feryat varken ve ser bu kadar siritirken, karsimiza dikilip, yalanci bir perde oluyor birileri… Reklamlar, reklamlar, reklamlar… Ne aci ki, insanlar inaniyor. Hâlbuki sanal âlemlerin, perdelerin ardindaki oyunu görmek gerek artik... Bugün, haram ve süpheli lokmalar için yapilan her türlü “reklam”, yarin serrin ardina saklanacagi “garrat” agacina benziyor.

    Yedigin; kan, can, zikir olup dönüyorsa, bil ki, helâldir. Hastalik, gaflet ve yag olarak dönüyorsa, ya haramdir ya da en iyi ihtimalle süphelidir ki, süpheliden kaçinmak, «Hakk’a teslim oldum!» diyen kisinin, yani bir müslümanin, en tabiî fiili olmalidir. Oysa etrafa bakindigin vakit, bizim tenekeler gibi, insanlari da bu hususta kisim kisim ayrilmis bulursun.

    Kimileri, bir tekerleme misali sunu söyler durur: «Haram, helâl ver Allâh’im, senin kulun yer Allâh’im!..» Allah bu zümreye katindan rahmet lutfede!.. Dileyelim de daha fazla geç olmadan akillari kalplerine gele…

    Kimileri, helâlle haramin farkina varmislardir; ama bunlara da süphelilerden kaçinmak pek zor gelir. «Ama tadi çok güzel!», «Ama canim çok istiyor!», «Ama çok alistim, onsuz duramam!..” tipi îtirazlar, genellikle bu kesimden yükselir. Bunlar saraba degil, lâkin, nefislerinin arzusuna râm olmus gibidirler. Zarar verdigini bildikleri hâlde, bazi yiyecek ve içeceklerden geçemezler. Bunlarin durumu, bir adaminkine benzer ki o, halîm selîm, iyi huylu ve pek güzel bir kiza ilân-i ask eder, güzel sözlerle serenat yapar, ümit verir; lâkin gidip, mahallenin en aksi, fitnebaz ve çirkin kiziyla evlenir. De ki, bu hiç olacak is midir?

    Üstelik bu kisi, bir de, yedigi süpheli lokmalarin verdigi hastaligi, Allâh’in kendisine olan sevgisine baglar ki, bilmem ne demeli!.. Deyin hele, hayirliya ümit vermis, onunla gönül eglendirmis, sonra da gidip hayirsizla evlenmis kisiye, Allah, «çileyi», sevdigi için mi lutfeder, yoksa, o kandirilan kimsenin «âh»indan ötürü mü? Insaf etmeli de, böyleleri, hiç degilse sunu demeli:

    «–Ben, sünnete uygun yasamadim, süphelilerden hakkiyla kaçinmadim, az yemedim, temiz de yemedim, üstelik yerken dogru düzgün çignemeye bile üsenip, neredeyse bütün bütün yuttum. “Seni çok seviyorum!” diye inleyip durdum; ama Rasûlullah’in tavsiye ve emirlerine göre degil, nefsimin arzularina göre yedim, içtim. En netice, bunun bedelini ödemekteyim.»

    Zira eger Allah, sevdigi için hastalik veriyor olsaydi, tansiyonu, sekeri, ülseri, önce Habîbi’ne verirdi. Hâlbuki O yüce Peygamberin hayatinda, sikinti, çile, dert var; imtihanin, acinin her türlüsü var; lâkin «hastalik» yok!..

    Bugün, hastalik diye bilinen durumlar, su zâviyeden rahmettir: Umulur ki, çekilen agri, sanci, yangi ne varsa, kisinin nefsine uyarak yasamayi seçtigi anlarin bir kefâreti olur. Hâsili, sünnete uygun yasayarak insan, kendisinin koruyucu hekimligini yapar. Üzerine düseni yerine getirdikten, tedbirini güzelce aldiktan sonra, yine de bir hastalikla imtihan ediliyorsa, iste o vakit, durum baska… O vakit, öyle kimsenin elleri de, ayaklari da öpülse, az gelir.

    Simdi söyle usta, Hazret-i Eyyûb’a benzedin de mi hastalandin? Kimbilir belki de sen, bedeni de, rûhu da nûr Mûsâ Efendi’ye benzedin de, hastalikla Hak katinda makâmin yükseliyor. Eger böyle nefs-i sâfiyelerden isen, seninkine zaten hastalik denmez. Onun adina «âsik çilesi-mâsuk cilvesi» denir.

    Âh, usta âh, adamlar gördüm, o kadar oburdular ki, onlarin lokmayi yutuslarini gören diger lokmalar tabaktan kaçmak istediler; ama kaçamadilar. Bu adamlar, koca bir göbek büyütmekten hiç utanmadiklari gibi, hanimlarina söyle tembihlediler:

    «–Sakin kilo alma haa! Yoksa seni begenmem!»

    Hani, «Dinimi bana ögreten, bari müselman olsa!..» demis ya biri, bu da o hesap...

    A mübârek, madem o kadar biliyorsun, sen ne diye agirlastikça agirlasiyorsun. Obur olmamak, sadece kadinlara ait bir mes’uliyet mi? Hem, sen hanimini begenmezsin de, hanimin senin «kocaman göbekli» hâline bayilir mi sanirsin? O da karsisinda, tig gibi bir delikanli görmek ister elbet, o kadar zevk onda yok mu? Ama iste, lokmalarin bozuklugu sebebiyle, akil bastan öyle gider, görüs o kadar daralir, bencillik öyle çogalir ki, kendini «filinta» sanan bazi adamlar, hanimini fütursuzca rencide eder. Seyri bile aci…

    Helâl lokma, ihtiyaci olanla bölüsülendir, bencilce tek bir mideye gönderilen degil… «Komsusu açken tok yatan bizden degildir.» buyurmussa Habîbullâh, bencilce tükettiginiz her lokma, size haram olmalidir.”

    Ustanin saskinligi, konusma devam ettikçe çogaldi.

    “–Hayret!..” dedi, “Biri çiksa da, pasli bir tenekeden böyle sözler isitecegimi söylese, aklini yedigini düsünürdüm. Oysa durmus, kaç dakikadir, seni dinliyorum.”

    Teneke:

    “–Evet…” dedi. “Allah dilerse beserden, dilerse hacerden söylermis. Neden tenekeden de söylemesin? Mâdem o kadar dinledin, su sözlerime de kulak ver de susayim:

    Nahîf bedenlileri ve az yiyenleri övgüyle anan bir Peygamberin ümmetiyiz. Ne garip ki, bazi kimseler, az yemek sûretiyle hadîs-i serîfe uymaya; kendisini bu sekilde maddî ve mânevî hastaliklardan korumaya çalisanlari, «nefsine zulmetmekle» suçluyorlar. Hâlbuki zulüm, ziyâni görmemektir. Zulüm, serri dost edinmektir. Zulüm, fazla yem vermek sûretiyle esegi çatlatmaktir.

    Sâhi be Hasan Usta, bilir misin, benim nefsim, yemi fazla gelen bir esekçige benzer. Ne vakit çok yedirsem, yük tasimaktan çabucak yorulur, inadi tutar, edepsizce anirir. Yemini azalttigim ve bir süre kestigim vakit, mübârek, kuzu gibi olur. Kerata, öyle de kabarmaya müsait ki, bazen, o kuzu hâliyle övünmeye baslayacak olur da, tekrar yem veririm ona...

    Üstelik ben sadece pasli bir tenekeyim. De ki, benim nefsimden ne olur? Insanlar içimi öyle çabuk bosaltti ki, sasirdim kaldim. Gördüm, önceleri gece-gündüz tefekkür ve Kur’ân vardi, simdilerde gece-gündüz ha babam, ye babam… De ki bana, gece gündüz sadece yemenin nesi helâl? Neredeyse biricik endisesi, «Sabah ne yesem, öglen ne yesem, aksam ne yesem?» olmus bir kisinin, nesi teslim? «Yemezsek ölürüz!..» korkusunun neresi hak?!

    Heyhât! Peynir gemisi lafla yürümez. Peynir tenekesi hiç yürümez. Dediklerim, alirsan sende kalir, almazsan bile elbet yere düsmez. Her bir söze ek olarak, sunu da deyip ayrilalim:

    Lokma helâldir, ask ile ikram edildiginde… Derde devâdir, himmet ile çignenildiginde… Hadi çok tingirdadim, hakkini helâl et de, gidip kafani dinle...

    Neslihan Nur Türk

      Forum Saati Salı Mayıs 14, 2024 10:03 pm